Feeds:
Yazılar
Yorumlar

Archive for Temmuz 2010

Ustam!
Aklım firarda.
Gözbebeklerimde müebbet hüzün,
Dilimde ay kesiği bir yara,
Düşüm kırık dökük,
Umudumun boynu bükük,
Bir öksüzün omuzlarında sükut.
Yüreğim sana emanet sıkı tut.
Tut ki; kancık pusulara düşmesin.
Bir hain kurşunu gelip deşmesin.

Ustam!
Ne zaman o senin bildiğin zaman,
Ne sevda gördüğün masallardaki.
Eskiden,
Halı tezgahında dokunurdu aşklar,
Nakış nakış, körpe kız ellerinde.
Mendillere yazılırdı isimler,
Yüreklere kazılırdı gizlice.
Sevdalılar asil ve de yürekli
Sevdalar, kavgalar iki kişilik.
Oysa şimdi;
Çorak gönüllere ekiliyor sevdalar seher vakitlerinde.
Meşru sevdalardan,
Gayrı meşru acılar doğuyor kundaklara,
Günahkar gecelerden.

Beni herkes sevdaya asi sanır,
Oysa aşk, beni nerde görse tanır,
Hasret tanır,
Zulüm tanır,
Ölüm tanır,
Yüzüm yüzümden utanır.

Yorgunum ustam;
Ne katıksız somun isterim senden,
Ne bir tas su,
Ne taş yastıkta bir gece uykusu.
Var gücünle asıl sükunetime,
Çığlığım kopsun,
Uzat ellerini güneşe dokun,
Uyandır uykusundan,
Tut yüreğimden ustam tut,
Tut beni, sür güne…

Şair: Serkan UÇAR

Seslendiren: Kerem EYUPOĞLU

Müzik: Toygar Işıklı- Unutamıyorum

Dinlemek İçin Tıklayın

Read Full Post »

– Anlatacak ne çok şey var, dinleyense ne az. [Konuşan hep ben olsam!]

– Sözümü kesme sakın! [Benim anlattıklarım daha değerli.]

– Vallahi cin fikirleri olan, hayata farklı pencereden bakan biriyim. [Kimse anlamıyor, o ayrı!]

– Nasıl oluyor da ben herkese destek olurken, ihtiyacım olduğunda herkes sırt çeviriyor? [Sıra bana da gelecek!]

– Sendeki imkanlar şimdi bende olsa! [Nasıl biri olurdum acaba?]

– Sen kısa şortla gezerken, ben… [Neler gördüm, neler yaşadım!]]

– Adamı gözünden tanırım. [Önyargı değil, ‘deneyim’ bunun adı!]

– Bitti. [Kaybeden o!]

Neden bu kadar zor insanın kendini aynada görebilmesi; savunmasız ve çırıl çıplak. Neyse onu itiraf etmesi işte; huzurla… Sonra da sevmesi o gördüğünü, bu değil dediklerini değiştirmesi… Başkası değil, sadece kendisi için.

Diğerlerinin gözünde bir takım [akıllı, başarılı, yaratıcı, zeki, mutlu, yetenekli gibi] sıfatları sahiplenme sevdasına, aynada kendine bakmaya çekinir oluyor insan!

– Başkalarının beni dinlemesini beklemek değil, anlattıklarımın yarattığı değer ile saygı kazanmak.

– Sözümün kesilmemesini beklemek değil, karşımdakinin söyleyeceğini merak etmek.

– Bana yaratıcı denmesini beklemek değil, hayata geçirdiğim fikirlerimle kendime yaratıcı demek.

– Karşılık bekleyerek kişilere destek olmak değil, destek olarak mutlu olmak.

– Deneyimin yaşta olmasını beklemek değil, deneyimsizliğin cesaretle açtığı o yeni kapılardan geçmek.

– İmkanları paradan beklemek değil, parasızlıktan yeni fırsatlar yaratmak.

– Kalıplarla oluşan o deneyimlerden hep doğru kararları almayı beklemek değil, herkesin hikayesini anlamaya hevesli olmak.

– Kazanmayı beklemek değil, kaybetmeyi göze almak. İstemek hatta!

Veya mümkün müdür bir adım ötesi?

Kimseden bir şey beklememek… Kendinden bile!

Peki bu boşvermislik olmaz mı?

Ben artık boş vermek gerektiğini düşünüyorum ve destekliyorum… [Ama boş vermek çok acı]

Peki insanlardan verebileceklerinden fazlasını beklememek mi bir adım ötesi? [Verdiklerinle doğru orantıda beklentilerin de artmaz mı o zaman  ve mutsuzluk? ]

Ya kendinden bir şey beklememek hiç bir şey denememek midir?  [Önemli olan belki de bir basamak aşağıda beklemek olsa gerek.]

Hayatımızda var olan “ben”sözcüğü sık kullanıldıkça bahçemizdeki çiçekler o kadar susuz kalmıyor mu? Örneğin; – Büyük bir şevkle paylaşmaya başladığımız bir olayın peşinden “Ben sana dememiş miydim?”cümlesiyle aniden büyük bir “ben” ortaya çıkıveriyor.

Evet, benlik içimizde ruhumuzun ta derinlerinde.  Hep onaylanma tutkumuz birilerinin bize “çok güzelsin, yakışıklısın, harikasın,..” dediğinde okşanan egomuz bir bakmışız “ben” oluvermiş.

“Sözümün kesilmemesini beklemek, bana yaratıcı denmesini beklemek, karşılık bekleyerek destek olmak, kazanmayı beklemek…” = EGOMUZU HER FIRSATTA ŞİŞİRMEYİ BEKLEMEKTİR.

Bedenimiz var, ama “ben” kavramının ruhumuz olduğunu fark ettiğimizde, uzuvlarımızdan bir nebze de olsa arındığımızda “hayat ve ben”olabileceğiz. Penceremiz sonsuz ufuklara açılacak,  doğan güneşin ruhumuzu ısıtmasını bekleyeceğiz, ve hayatta güzellik ve iyilik adına var olacağız. (Kainatta her şeyin var oluş sebebi olduğunu ve birbirini beslediğini düşünecek olursak, beklentisiz yaşamak pek olası değil sanki.)

Dünya oyununun yapımcısı ben olsaydım insanların en önemli özelliğini, parametresini “coşku” yapardım (bir çeşit aşk).. coşkubilitesi yüksek olanlardan çıkartırdım mutlu ve başarılıları. belki o da öyle yapmıştır. [Peki ya siz ne yapardınız?]

Kendinden bile bir şey beklememeye gelince “Ölmeden önce ölünüz” den geçiyor bu sanırım  [Becerebilmeyi isterdim ama öyle bir derinlik ki, dünyada tam anlamıyla bunu becerebilen kaç kişi vardır acaba? ]

Kimseye ihtiyacım olmaz’dan çok, başkalarından bir takım hoş sıfatları duyma ve sonrasında onları sahiplenme ihtiyacı / beklentisi içinde olmamak aslında kastettiğim.

Hala yaptığım bazı yanlış şeyler var ve onları gördükçe kendimden utanıyorum. Mesela hala bir şey yaptığımda beğenilmesini beklediğimi görüyorum zaman zaman veya hala bazı konularda başkası ne der hissi geliyor aklıma ne kadar kovmaya çalışsam da. Dahası, zaman zaman başkalarının yaptıklarına ilk anda eleştiriyle yaklaşıyorum, anlayıp sonra yorumlamak varken.

Ama önemli olan bunların farkında olmak ve hakikaten yok etmeye çalışmak herhalde, çünkü kişiliğini değiştirmek en zor şeylerden biri ama insan mutlu olmadığı özelliklerini değiştirmeli, başka yolu yok.

Ayn Rand (yazar, objectivism in kurucusu) kimseden bir şey beklememek ile ilgili çok yazılar yazmış. Bencilliği bir erdem olarak görüyor ve en basit haliyle kimseden bir şey beklemeden yaşamak olarak yeniden tarif ediyor. Hayatımda gördüğüm en güzel tariflerden biri. [Atlas Shrugged ve Fountainhead Ayn Rand’ın iki önemli eseri]

Son olarak beraber birşey yaparken kendin için yaptığını düşünmek yerine “birisi için yaptığını” düşünmek bile yeteri kadar bencilleşememişsiniz demektir.

Ayn icin “bencillik” bir yerde başkaları ne düşünürse düşünsün, kendi inandığın şeylerin arkasından gitmek gibi bir şey. Bunu yapmak için çok çalışkan, inatçı, ve yalnız (gerçek liderler yalnız kişilerdir aslında) olmak gerekiyor; tünelin sonundaki ışığı görmeden ve tek başına uzun süre yürümek!

Tünelden çıkan kişi kimseden bir şey beklememeyi bu doğal süreç sonrası öğreniyor. Artık kendinize kimseden bir şey beklemeyeceğim diye hatırlatmanıza gerek kalmıyor; beklemek aklınıza bile gelmiyor; zira kendinize olan inanç yeni bir boyutlara ulaşmış oluyor.

Bu tecrübe sadece kendinize değil etrafınıza olan saygıyı da yükseltiyor. Sanırım etrafa daha rahat, mutlu ve empatik bir gözle bakıyorsunuz.

Yazıyı okuyunca içinizde bazı şeyler kıpırdayacak ama eminim bilgisayar başından kalktıktan 30 dakika sonra içerisi yine eski tas eski hamam devam edecek.

diyorum ki kendimizin yarattığı kariyer sınırlarıyla, özendiğimiz yaşamlarla, aslında mutlu da olamadan, daha doğrusu kendimiz olamadan (yanında kendimiz olduğumuz insan elle sayılır cinsten) hep bir şeylerin arayışı içinde girdaptayız. O girdaptan çıkıp kendi özgürlüğümüze kavuştuğumuzda huzuru bulacağız.

Fakat böyle bir dünyada bu nasıl olacak? Ne yapılmalı? Alıp başını gitmek kolay, tek başına olduktan sonra ne anlamı var.

Sonunda anladım…

Eğer kalbin bir şey için değil de biri için atıyorsa ve sen bu hayatı ona adamışsan,

Mümkündür bir adım ötesi

Kimseden bir şey beklemeden… Kendinden bile!

Read Full Post »

Bağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne.
“O olmazsa yaşayamam” demeyeceksin.
Demeyeceksin işte.
Yaşarsın çünkü.
Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki.
Çok sevmeyeceksin mesela. O daha az severse kırılırsın.
Ve zaten genellikle o daha az sever seni, senin o’nu sevdiğinden.
Çok sevmezsen, çok acımazsın.
Çok sahiplenmeyince, çok ait de olmazsın hem.
Çalıştığın binayı, masanı, telefonunu, kartvizitini…
Hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin.
Senin değillermiş gibi davranacaksın.
Hem hiçbir şeyin olmazsa, kaybetmekten de korkmazsın.
Onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın.
Çok eşyan olmayacak mesela evinde.
Paldır küldür yürüyebileceksin.
İlle de bir şeyleri sahipleneceksen,
Çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin.
Gökyüzünü sahipleneceksin,
Güneşi, ayı, yıldızları…
Mesela kuzey yıldızı, senin yıldızın olacak.
“O benim” diyeceksin.
Mutlaka sana ait olmasını istiyorsan bir şeylerin…
Mesela gökkuşağı senin olacak.
İlle de bir şeye ait olacaksan, renklere ait olacaksın.
Mesela turuncuya, ya da pembeye.
Ya da cennete ait olacaksın.
Çok sahiplenmeden,
Çok ait olmadan yaşayacaksın.
Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi hem de hep senin kalacakmış gibi hayat.
İlişik yaşayacaksın. Ucundan tutarak…

Can YÜCEL

Read Full Post »